ECDAT TAŞTAN KONUŞTU, TORUN TAŞ OLDU UYUŞTU.

   Ecdadımız o kadar asil bir inanış ve yaşayışla hayat sürmüşler ki, öldükten sonra bile adeta mezar taşlarıyla emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker (iyiliğe yönlendirip, kötülükten men etmek) çizgisine bağlılıklarını göstererek tebliğ ve telkin görevlerini îfa etmişlerdir. Yaşamlarında serlevha ettikleri islami anlayışlarını mezar taşlarına da nakşettirerek: “De ki: “Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (Enam-162) ayeti kerimesinin yaşayan numuneleri olmuşlardır. Bu bağlamda dünyanın bir pul etmediğini bizlere öğretmişlerdir.  Bizler bu yazıları okuyarak şekillenen bir neslin evladıydık. Ta ki Harf inkılabı safsatalarıyla bu bağ kesilene kadar. Ders verirdi bu osmanlı türkçesi ile tezyin edilmiş taşlar bize. Böylelikle ölümün nefesini her daim ensemizde hissederdik. Hem k dönemler uzak değildi kabristanlar, gözümüzün önünde idi. Bizim korkumuz ölümden değildi veremeyeceğimizi düşündüğümüz hesabımızdandı. Allah'ın ve Habib-i edibi’nin (s.a.v) huzurunda mahçup olmaktı korkumuz. İşin aslı ölümle burun buruna olma şuuru bizi diri tutuyordu.  Ecdat ölümü unutmamak için kabirleri Camii avlusuna yapıyordu. Bu yüzden eski camilerin etrafı mezarlarla sıralanmıştı. Günde beş vakit insanlar namaz için gittiklerinde görüyor ve ölümü unutmuyorlardı. Her işlerinde o manzara… Hakk'ı ve  hesap gününü hatırlatarak insanların iç dünyasını diri tutarak erdemi salık veriyordu bu mezarlar. Şimdi mi? Şehrin en ücra köşelerine defnediliyor sevdiklerimiz... Çünkü Ölüm bizi kasıyor... Aklımıza geldikçe hayattan lezzet alamıyoruz, gözümüzü toprağın doyuracağı gerçeğini göz ardı ederek. Bilmediğimiz şu ki: Biz zaten ölmüşüz. Yoksa Dünya’da bu kadar masum, mahzun, mazlum, sefalet içerisinde insan varken gözümüzü uyku tutar mıydı? boğazımız iki lokma yutar mıydı? Evet, bizler yaşama ancak ölümü unutmayarak tutunabilecek iken, ölümü unutarak yaşama tutunduk. Sonuçta biz ölümü unuttuğumuz için ÖLDÜK. Ölüm bir yok oluş değildir. Bu yüzden çok kötü vahim bir şeymiş gibi düşünmemek gerek. Örneğin çok ağır bir hasta için kurtuluştur. Aynı şekilde zulmün hakim olduğu bir beldede zalimden kurtuluştur ölüm. Yapayalnız birilerinin "Keşke bir an önce gelse!" Diye yolunu gözlediği hasretidir.

 

   Evet, bizler koskocaman kainatın yapayalnızlarıyız. Ölüm, bu yalnızlığın nihayetidir. Ondan uzak kalmayı tercih etme sebebimiz; hesabını veremeyeceğimiz yanlışlarımız olsa gerek. Hep yaşama arzusu taşıyoruz. Oysa etrafımız bize ölümü hatırlatan yaşlı, düşkün, hasta, biçare, mazlum insanlarla doluyken bu durumu kendimize maalesef yakıştıramıyoruz. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayınca, muhasipsiz ve günübirlik hayat ile ömür törpülüyoruz. İlginç bir şekilde kaygısız bir yaşam sürüp, kaygılanıyoruz ölümden.

 

   Ölümü sevmemek bir hastalık olarak karşımıza çıkmakta. Nitekim Efendimiz aleyhissalatu vesselam: “Diğer Milletler tıpkı sofraya yemek için üşüşen insanlar gibi sizin üzerinize üşüşecekler.” bunun üzerine sahabeler şaşkınlıkla sorarlar “Ya Resulallah o gün sayımız azmı olacak?” Resulü Ekrem (s.a.v): “Hayır” buyurarak “Bilakis o gün sayınız çok olacak. Fakat siz -çoğunluğunuz- bir akıntıyla taşınan çer çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu silecek, sizin kalbinize de ‘vehn’ verecek.” Bunun üzerine sahabelerden biri soruyor: "Vehn nedir ya Resulallah?” Hz. Peygamber (s.a.v): “Dünya sevgisi ve ölümü sevmemek ondan nefret etmek.” Sahabeyi Kiram efendilerimizi de bu ulvi yolculukta müstesna kılan sebeplerden biri de hiç şüphesiz ölümle birlikte yaşıyor olmalarıydı. Mübarek başlarındaki sarıklarını vefat ettiklerinde kendilerini kefenlemek için kullanıyorlardı. Yani ölümü başlarına sertac etmişlerdi. Onların müşriklere ve Yahudilere karşı tutumları şöyleydi: “Sizin ölümden korktuğunuz kadar, biz ölüme koşuyoruz. Çünkü sonunda şehadet var. Nasıl olsa öleceğiz, öleceksek böyle ölelim!” işte ölümü bu şekilde değerlendirdikleri ve anlayışlarını nebevi öğretiye göre şekillendirerek Peygamber'in(s.a.v) yanında yer aldıkları için bizzat Peygamber (s.a.v) tarafından gökteki yıldızlar şeklinde tanımlandılar ve hangisine tabii olursak olalım, istikamet üzere olacağımız müjdelendi.

 

  Değerli okurlarım; Hayatta tasvip etmediğimiz en önemli şey ikna etmek ve ikna edilmektir. Zira, bir kişinin ikna edilmesi bir sonraki ikna edilme sürecine kadar geçen sürecin adıdır. Yani aslında neticelenmemiş geçici bir karar durumudur ikna. Gaye birbirimize yardım olmalıdır. Zaten tercih kişinin kendi iradesine bırakılmıştır. Şu bilinmeli ki, Ölümü henüz tanımlayamamışların ölüm ve ötesine dair konuşmaları sloganik olmaktan öteye geçmez. Çünkü önce ölümün tanımlanması gerek. Ölüm bir yok oluş mudur? yoksa var olduğunu zannedenlerin mutlak varlığı kabulü için bir mesaj mıdır? Cenab-ı Hak hepimize muradını lütfeylesin.

 

 Selam ve dua ile…

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.